23 Kasım 2010 Salı

Denize Karşı Çay

Önce bir fotoğraf karesiyle var oldu. Karenin orta yerinde denize karşı oturmuş, çay içiyordu. Önünde bir kâğıt, karalanmış birkaç satır. Belki bir şiir… Ama okumuyordu. Gözleri denize değmişti. Bakışları denize sıfır… Bir çocuk geçiyordu yanından belli belirsiz. Çocuğun elinde terlikleri, ayakları çıplak… Çakıl taşları ayağına batıyordu ihtimal… İhtimal ki, güneş yakıyordu ayaklarını… Yüzünde bir acı vardı. Oysa hiç ummazdım. Çocuk deyince oyun gelirdi ya aklıma, oyunun yanına ilişmiş bir gülümseme beklerdim ya ondandı beklemeyişim. O görmüyordu çocuğun yüzündeki acıyı. Dalgındı, denize dalmıştı yüzme bilmeden.

Fotoğraf bir yaz günü çekilmişti sanırım. İçini gösteren kısa kollu bir gömlek giymişti o gün. Ama hava rüzgârlı olmalı. Birkaç saç teli görüş alanını kısıtlar vaziyetteydi. Oturduğu masanın örtüsü sağ tarafa epey meyilleşmişti. Rüzgâr vardı ve bence o üşüyordu. Çayını eliyle kavrayışına bakarsam hele, buna emin bile olabilirdim.

Biraz evvel; o yaz günü denize karşı oturmuş çayını yudumlayan kızı fotoğraftan kurtarmaya karar verdim. Fazla inat etmedi, çay bardağını bırakıp, masadaki kâğıdı eline aldı ve peşimden geldi. Denize değmiş bakışlarında ıslaklık vardı. Ben yürüdükçe o, adımlarıma yetişemiyor, birkaç adım attıktan sonra koşar gibi yapıyor, bir yandan da önüne gelen saçlarını arkaya atmakla meşgul oluyordu. Bana “nereye gidiyoruz?” bile demedi.

Ara sıra yavaşlıyor, yanımda yürüsün istiyordum. Aynı hizaya geldiğimizde etrafı izleyen dalgın bakışlarını yüzüme değdiriyordu. Narin bir yüze kondurulmuş küçük kahve gözlerinin sevimliliğini görmelisiniz. Ve onun altındaki yarı açılmış ağzı… “Bebek yüzlü” öbeğinin gerçek anlamı onun yüzüne yansımıştı.

Onu nereye götürdüğüm merak konusu olabilir. Saksağan’daki o meşhur sokağa girdik: Yolculuk. Yalan değil, bu sokaktan geçmek için yolumu uzatıyorum bazen. Ne zaman yola düşsem “Haydi bir Yolculuk yapayım” diyor ve buraya dalıyorum. Sıra sıra ağaçların altından geçerken pembe, yeşil, mavi ve sarı tonlarındaki iki katlı şirin evlerin şen insanlarına dalıyorum. O gün de pek şenlikliydi Yolculuk. Bel ve bacaklarında çember döndüren çocuklar karşıladı bizi. O, çocukları görünce gülümsedi. Ne derdi vardı hiç bilmiyorum ama derdinin çocuklarla olmadığını iyi biliyordum o an. Sonra çamaşır asan kadınlar gördük, bir pencereden diğerine, kolları yetiştiğince…

Merdivende oturmuş genç kızlar kıkırdanıyor, o günlerde meşhur olan “Meneviş” adlı radyo programını dinliyorlardı. Merdivenin karşısındaki dükkân sahibi adam, kızlardan ya da radyo programından hoşnut değildi muhtemelen. Kendi kendine homurdanıyor, elindeki öteberiyi nereye koyacağını bilemiyordu. Fotoğraf kızı - adı bu olsun - o adamın dükkânına meyil etti birden. Ve kendimizi homurtulu dükkânın içinde buluverdik. İçeride her türlü şey var gibiydi. Ama her şey öyle darmadağındı ki orada tam olarak nelerin bulunduğuna insan hemen karar veremiyordu. Bir yanda eskiden kalma oyuncaklar, onun hemen üstündeki rafta çanak tabaklar, diğer yanda üst üste yığılmış ikinci, bilemedin üçüncü el kitaplar…

Fotoğraf kızı, fotoğraftan çıkarken eline aldığı kâğıdı homurtulu adama uzattı. Adam, kızın parmak izlerinin olduğu kâğıdı okumaya çalışırken homurtusunu kesmedi. Sonra homurdana homurdana eşyaların arasından geçerek bir iç bölmeye gitti. Kız, onu beklerken dükkânın tozlu camından dışarıyı seyre daldı. Ne görüyordu? Ne düşünüyordu? Belki radyoda çalan şarkıyla alakalıydı dalgınlığı:

“Sorduğun yaprakları güz götürdü” diye tiz bir ses çınlıyordu radyodan. Kızların kıkırdaması kesilmişti.

Homurtulu adamın homurtusu yaklaşınca, kız bakışlarını dışarıdan içeriye aldı. Adamın geldiği yöne bakarken o,ellerini ovuşturuyor, parmaklarını kenetleyip açıyordu. Nihayet adam eşyaların arasından sıyrıldı da kız ellerini serbest bıraktı. Adamın elinde kocaman bir kutu vardı. Ama hafif bir şey olmalıydı ki onu homurdanmadan getirebilmişti. Kızın önüne gelip kutuyu masanın üzerine bıraktı. Ve karton kapağı kaldırıp kızın yuvarlak kahve gözlerine baktı. Ben de kutuya bakmadan o bilyemsi gözlere baktım. Bir sevinç dalgası kahve bilyeleri n içini renklendirmişti. Kız, biraz evvel kenetlediği ellerini kutunun içine daldırdı. Ellerini yukarı kaldırdığında tuttuğu şeyin sarı saçlı oyuncak bir bebek olduğunu fark ettim. Fotoğraf kızı onu bağrına basıp, bir müddet öyle kaldı. Adam bu arada bana homurdanarak bir tabure uzattı…

Radyoda şimdi hareketli bir şey çalıyordu, kızlar şen şakrak şarkıya eşlik ediyor bir yandan da ellerini çırpıyorlardı. Homurtulu adam kızların sesini işitince yine dışarı çıktı ve muhtemelen kızlara sinirli bakışlarını sundu. Bu arada ben radyonun sesini, adamı, hatta sokağı unutup eski yerime dönmüştüm. Eski fotoğrafların sergilendiği o binanın iç taraflarında bir yerlerde, çay içen bir kız resmine bakıyordum. Elimde, kızıma aldığım sarı saçlı oyuncak bebeğin kutusu, kendi kendime “Hava rüzgârlıydı bence” diyordum…



( www.gazeversite.com yazısı )

Hiç yorum yok: