Yorgunluktan koltukta sızmak üzereyken bir anda, aramak için söz verdiğim bir dostumu ihmal etmişim gibi, alelacele bloğu açtım. Sanki sayfalarca anlatacak şeyim varmış gibiydi. Kalbim kadar temiz(!) bu ekranla uzun süre bakıştık. Çıt yok. Şairin dediği gibi “Sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı.”
Buraya ilk yazmaya başladığım sıralar Ankara’da üniversite okuyordum. Her yazıda muhakkak art arda Yann Tiersen’den bir parça dinler, hayata ve kendime dair tüm düşüncelerimi, hayallerimle yogurup ortaya bir yazı çıkarırdım. O zamanlar yazmak vazgeçilmezdi benim için ve su icmek kadar kolaydi. Şimdi 35 yaşındayım. Başka bir şehirdeyim. Okulumu bitirmişim, mesleklenmisim, evlenmişim, anne olmuşum. Değişen onca şeyin arasında yazma tutkusu içimde bir ukde, kanayan bir yara gibi, artık bizden geçmiş gibi hüzünle bana bakıyor. Yazamıyorum da. Aklıma bir şey gelmiyor, nereden başlayacağımı bilmediğim bir hikaye var ve dahası kelimeleri unutmuşum sanki. Öyle karmakarışık ama içimi de sızlatan bir şey. Değiştim mi ben? Artık eskisi gibi okuyamıyorum ya, yazmak da imkansızlaştı mı?
Hiç büyümedim oysa. Sanki aynıyım. Sadece rollerim yenilendi, başka başka isimler aldım ve çoğaldım. Yalnızlığım azaldı. Bitmedi şüphesiz, çünkü her insan bir parça yalnızdır. Eskiden çok yalnızdım. Üzgündüm. Üzgünken daha mı iyi yazılıyor?
Buraya daha sık gelmek, mümkünse eskisinden de çok yazmak istiyorum. Yapabilirim umarım. Yola çıktığımda belki nereye gideceğimi hatırlarım. Ne dersin?