Aylar evvel yazılmış bir yazı...
Aylar evvel yazılmış herhangi bir yazı değil ama...
Aylar evvel yazılıp, yalnızca bu şarkının sahibinin okumasını istediğim, yalnızca ona gönderdiğim bir yazı...
Bu yazıdan sonra gelişen bir takım olaylarla yazma isteğim kırılmıştı ve o şarkının sahibinden -Cengiz Onural'dan- aldığım sımsıcak bir maille dönmüştüm eskiye.
Mümkünse şarkı eşliğinde okunsun yazı, çünkü dönüp dönüp dinlenerek yazıldı o.
Ve okunsun yazının sonunda yer verdiğim o mailin küçük parçası.
Ve anlanılsın tesadüf diye bir şeyin "var olmadığı"...
(dinleyemeyenler için )
Kıyı Kahvesi
Ben hiç kıyı kahvesine gitmedim. O yüzden anlatamam nasıl bir yer olduğunu. Neyin kıyısına kondurulduğunu bilemem. En çok kim gelir oraya? Çayın yanında sıcak simitler de olur mu? Tahtadan mıdır kahvenin masaları, gecenin kaçına kadar durur insanlar orada? Kimin karısı telefon eder akşamüstleri oraya, kimler dalga geçer o kadının kocasıyla? Ya çaycıları, sallana sallana mı getirir çayları? Kara kuru biri midir bu adam? Yahut göbeğinden yürüyemez mi sandalye artlarında? Güler mi çayı uzatırken? Kahkaha atmayı sever mi? Paragöz herifin teki midir yoksa?
Kıyı kahvesi belki kasvetli bir kahveden başka bir şey değildir ya, o “kıyı” kelimesi yok mu? İşte hep o kelimeden kaynaklı benim bu hissettiklerim. Bu şarkıyı dinlerken duyduğum o güzelim deniz kokusu, denizin kıyısına ilişmiş şirin kahvenin alacalı renkleri, ahşabın derinlere sinen öyküsü, buharı üstünde ince belli bardaklar ve şampuanı saçlarında kadınlar… Kadınlar, evet, kıyı kahvesinde bir sürü kadın, erkek, hatta çocuk, hepsi var.
Nedense İstanbul’da olmalı bu mekân. Başka deniz kıyısına oturmaz bu kahveler, illaki İstanbul. İnadı inat bir hayal benimkisi, kabul... Gülünç gelecek sana ama kahve önünde ip atlayan çocuklar bile hayal ediyorum. Kâğıt helva almaya giden çocuklarla pamuk şeker almaya gidenler ip atlayamıyorlar ama… Her oyunda oyunbozanlar olduğu gibi burada da var. Oyun bozulmadan oyunun tadı da olmaz ki hem. Ne diyordum, kıyı kahvesi… Kıyı kahvesinde aşk da var.
Senin hep o umutsuz baktığın gecelerde buldum bu kıyı kahvesini. Sen olmazlığı yüzüme tutarken, ben gider bir kıyı kahvesinde seni beklerdim. Bir çocuk çantasından sulu boyasını çıkarıp siyahın tonlarına bulardı fırçayı. Ağır ağır boyardı gökyüzünü. Kuşlara dokunma, derdim, onlar zaten kalıcı değil burada. Bırak, renkli gitsinler yuvalarına. Çocuk, bulutları da bırakırdı, boyamazdı. Sonra gökyüzü tamamlanınca, denize yansırdı siyahlık. Sonra gözlerimde birikirdi deniz tuzu. Rimelim akardı…
Bazen, sabahları koşardım oraya. Kıyı kahvesinin en kıyısına otururdum. Kimseler yokken beklerdim seni. Çayımı yudumlarken, simit susamları eteğimde birikirdi. Şekersiz içtiğimi bilmezmiş gibi iki küp şeker dururdu çay tabağında. Her defasında artan iki şeker… Sahi sen kaç şeker atarsın çayına? Simidi ısırıp mı yersin, yoksa lokmaları bölüp ağzına mı atarsın? Dişlerinde susam birikir mi? Bu yüzden simit sonrası gülmemeye gayret eder misin? Ya sabahları, kimseler yokken, kıyı kahvelerine gider misin?
Rüzgârlı olmalıydı o gün. Ben günün o kör saatinde kıyıda durup izlemeliydim. İzleyip görmemeliydim uzakta yüzen o balığı, sandalı bağlayan balıkçıyı… Ve duymamalıydım kuşların çırpınışlarını, çay kaşığının cam bardağa vuruşunu, bir adamla bir kadının yapmacık tavırlarını… En sonunda da ayaklarının yere konmasındaki o güzelim tınıyı… Birden sesini duymalıydım ama… Bana seslenişindeki ezgiyi dinlemeliydim kıyının en kıyısında. Hayali duymak nedir o an idrak etmeliydim. Gerçek değil, demeliydim iç sesime. Sonra sen tekrar seslenmeliydin. İşte, tam böyle olmalıydı gelişin. Bilmediğim bir kıyı kahvesinde, bilmediğim bir şehirde, bilmediğim, hiç görmediğim bir adamı bulmalıydım. Ve tüm bilinmezlik silinmeliydi bu hikâyeden…
Olmadı. Ben yine eski kahvehanelerle kaldım. Babamı pikniğe gideceğimiz zamanlarda çağırdığım o duman altı mekânlarla… Bisiklete atlayıp, çakıl taşlı yollardan geçerek gittiğim şehrin orta yerindeki kahvelerle kaldım. Başımı utana sıkıla kapıdan içeri uzatıp babamı aradığım zamanlara geri döndüm. Çay karıştırma seslerinden çok taş seslerini duyuyordum orada. Tek çocuk bendim ve tek kadın -muhtemelen- kahveye telefon açıp kocasına “haydi gel artık yemek yiyeceğiz” diyen kadındı.
Sen gelmedin. Ben kıyı kahvelerini çıkarıp attım hayalimden bir süre sonra. Yıllar yılı, o ağır dolabın altına serili halı gibi oldu ama… Engelleyemedim ezilmesini. İzi kaldı halının kenarında. Ellerimle düzeltmeye çalıştım da ipleri bir türlü eski halini almadı, bir çizik kaldı hep orada. Bu yüzden bugün sana bir şeyler yazıp, senden yanıt alınca Cengiz abinin şarkılarına sarıldım. “Kıyı kahvesi” çalıncaya kadar kulaklarımı tıkadım. Ne hikmetse Kıyı Kahvesi’nden sonra “Eve Dönüş” çalmaya başladı…
* * *
Ne hikmettir ki sevgili Cengiz Onural da bir kıyı kahvesinde okumuştu bunu, hatta şöyle demişti:
"Böyle bir şey olamaz!... Niye mi?
Ben oğlumla Karaburun’da tatildeyim...Denizin tam kenarında kalıyoruz. Günler sonra ilk kez notebook’u açıyorum. Oğlan odada uyuyor henüz. Ben kıyı kahvesi denilebilecek bir mekanda asmaların gölgesinde oturuyorum. Harika bir sabah güneşi var. Çayımı söylüyorum. Şimdi geliyor. Bir haftadır indir(e)mediğim mail’lerimi indiriyorum. Okuyup silerek ilerliyorum, ki yazınla karşılaşıyorum.
..."
4 yorum:
o kıyı kahvesine gittim önce, ılık bir yel selamladı beni, ardından o koyu dumanın kokusunu çektim içime, ciğerim yandı.
sen sabahları okunası değilsin, gece sessizliğinde okumalı insan seni, duyarak yazdığın her sözcüğün hakkını vere vere duyumsayarak okumalı insan seni. rimeli akacak diye korkmadan içinden geldiği gibi.
şarkıyı dinleyemeden okumak zorunda kalsam da içten içe bildiğim bir gerçek tebessüm gibi yerleşti dudaklarıma;
tesadüf diye bir şey yoktur...
Beni bul Face-de, Nur Persona Non Grata
@evren, beenmaya
:))
@NUR
Niye?
Yorum Gönder