12 Kasım 2011 Cumartesi

Susuşlarda Pelerin Yükü

Bir.
Bir iki.
Beş.
Bir, bir, iki, beş, beş, beş.
Üç.
Üç.
Dört…

Düşüyorlar. Hepsi birer siyah küçük pelerin edinmişler. Sayamıyorum. Birdi, iki oldu, tekrar bir… Çok. Oraya gidiyorlar. Hepsi birleşiyor. Onlar şimdi siyah, kocaman bir pelerin, dürülmüş duruyorlar kabın içinde. O adam çalıyor radyoda. Bir tuşa bastığında birkaç kelime kayboluyor benliğimden, gidip oraya gizleniyor. Sonra bir akordeon sesi duyuluyor, şarkının uzağından gelircesine… Hokkanın içindekiler dökülüyor. Her yer simsiyah: Gece. Pelerinini giymiş karşımda oturuyor.

Kelimelerimi, diyorum, verir misin? Avuçlarımı açıp bekliyorum. Avuçlarım mürekkep karası. Ellerimin ayasında birikti bu kez söyleyeceklerim, diyorum. Üzerime siliyorum ellerimi, sürtüyorum giysilerime, leke çıkmıyor. Mürekkep lekesi diyor -geçmişten gelen- o ses, zor çıkar. Üzülüyorum.

Uyandım. Kan ter içinde kalmışım. Sırtım sırılsıklam, üzerimdekiler derime yapışmış sanki. Doğrulayım dedim, olmadı. Alnımda bana ait olmayan bir nesne var, düştü düşecek. Elimle yokladım; sıcak, ıslak bir bez. Kim koydu bunu? Elimi alnıma götürüp sıcak ellerimle ateşimi ölçüyorum. Hasta olmalıyım epey. Akşamı hatırlamaya çalışıyorum… Ne zaman hastalandım ben, evde başkası var mıydı ve bu hangi bez parçası? Sarı renkli olmalı diyorum – belki de bir sayıklama hali bu- dolapta kalan tek temiz bez oydu. Başımdaki nesneyi elime alıp rengini çözmeye çalışıyorum, göremiyorum, gece izin vermiyor.

Kavga çıkardım. O pelerini bana geri ver deyip tüm gücümle asılmaya başladım. Amma da uzun, çektikçe geliyor. O geldikçe ben geriye doğru kayıyorum. Sonra bir buz pistinde buluyorum kendimi, pelerini üzerime giymişim. Başarmanın mutluluğunu hissetmeye çalışırken bir başka duygu çıkageliyor: Endişe. Ben buzda kaymayı bilmem ki!

Öğrenmişim. Rüya galiba bu, diyorum. Rüya olmalı. Ben buzda kaymayı bilmem, bir kez buz pistine gitmişliğim var, o kadar. Bir de televizyonda izlerim bazen, buzda kayanların kostümlerini severim… Rüya olmalı. Çok güzel kayıyorum; ama ya çatlarsa bu? Filmlerde ne zaman biri buzun üstüne çıksa çatlardı. Bu da çatlayacak. Aman yarabbi, öleceğim! Yok, yok. Dur, bu rüya... Ne güzel kayıyorum! Akordeon sesi çok net şimdi, şarkıya ulaşmış olmalı. Piyanoyla birlikteler, mutlu olmalılar. Bu şarkının en mutlu kısmı burası şimdi…

Kırılıyor. Sesler… Ben biliyordum! Ne zaman bir filmde biri üstünde yürüse kırılırdı o buz. Su çok soğuktur şimdi. Üzerime ne giymişim? Pelerinim var, evet. O beni korur. Sesler çoğaldı, denge kayboluyor… İşte, düşüyoruz. Çok sıcak...

Düştüm.

Yine o merdiven basamakları sendelemesiyle uyandım. Bu kez bir buz kırılmışmış meğer. Üşüyorum. Boynumda soğuk bir cisim var, renginin sarı olduğunu düşündüğüm bez parçası buraya düşmüş. Nereden geldi bu? Ne oldu bana? Sabah ne zaman olacak… Soru işareti koymaktan yoruldum. Çok da yorgunum… Hissettiğim, üşüyen bir yorgunluk. Tam adı bu. Çok soğuk, dolaptan bir battaniye alayım istiyorum. Doğrulmaya çalışıyorum, yerden bir santim kalkamıyorum. Bir de uykum var ki...Gözkapaklarımı mandallamak istiyorum; çok ağırlar. Kalkıp yüzümü yıkamalıyım. İşte kalkıyorum...

Kalktım, yine pelerinliyim. Çok üşüyorum, buzdan kurtulmuş olmalıyım. Yalnız, üzerimdekiler çok ıslak. Ellerim simsiyah olmuş istemsiz temaslarla. Hokkayı aramalıyım, üzerimdeki koca pelerini o minik boşluğa sığdırmalıyım. Mürekkepli bir hokka olmalı o yeniden. Sözcükleri geceden alıp oraya sığdırmalıyım.

Aramaya koyuldum. Bir minik mürekkep kutusu nereye gizlenebilir diye düşünüyorum. Kırtasiyelere baktım, yok, işe yaramadıklarını düşünüp kaçışmışlar. Bir nesne kaçıyor, tuhaf bu, yine rüya olmalı… Aramaya devam ediyorum, kimsesizler yurduna bakıyorum önce. Orada yoklar, sonra köprü altları geliyor aklıma… Bir köprü altı çocuğu orada birkaç saat durup gittiklerini söylüyor. Çok da yoruldum. Boynumda sarı bir bez parçası... Gittikçe sıkılaşıyor. Nefes almakta zorlanır oldum. “Ben daha fazla koşamayacağım” diyorum yanımdakine. (Yanımdaki kimdi? Önemsiz biri olmalı.) “Yazamıyorum zaten, o mürekkep o hokkaya girse ne olacak?” Yanımdaki, gözlerini dikip bana bakıyor; saçları alnına düşmüş kumral bir genç adamdı bu, “Belki yazardın bir gün” diyor, “ama bulamazsan bu hiç’e dönüşecek. Bunu kaldırabilecek misin?” Yazamasam, konuşamadıklarımı yazamasam diye düşünüyorum, ne olurdu bana?

Sarı bez boğazımda iki ele dönüştü, nefes borumla uğraşıyor.

Başımı kaldırdı o iki el, belimden destekleyip yatakta oturur vaziyete getirdi ve su verdi. Deli gibi öksürüyorsun, dedi, ne vardı sanki o kadar koşacak? Bir kız sesi. Yumuşacık, sarılıp yatılası bir ses. Ateşin hala düşmemiş, üzerindekileri çıkarmaya çalış, ben de bezi tekrar ıslatayım. Gece lambasını açtı, uzun dalgalı saçları var, boyu da uzun sayılır, zayıf gibi… Nermin'e benziyor. Eve nasıl girdi ki, kapıyı ne ara açtım… Sahiden Nermin mi? Ya da bu da rüyanın bir parçası... Her şey allak bullak. O gelinceye kadar üzerimdekileri çıkarayım dedim, kollarımın eti parça parça sanki. Bir t-shirt çıkarmanın bu kadar zor olacağını kim tahmin edebilirdi ki?

O içeriye girmeden evvel t-shirt’ü kollarımdan sıyırabildim. İşin en zor kısmına geldiğimde, ayak seslerini işittim. Yaklaşan bir çift ayak sesi… Geldi ve hızlıca çıkardı zincir addettiğim şeyi. Sanki saatlerce uğraşmıştım da olmamıştı ya; şimdi o, benden oldukça üstün ve süper güçleri olan biri haline dönüşmüştü.

"Neredeyim ben Nermin?" deyiverdim. Yüzüme bakıp, hiçbir şey hatırlamıyor musun sahiden, dedi. “Çok kötü rüyalar gördüm.” “Ateşin çok fazla, normal bunlar, uyu şimdi. Sabaha her şey netleşir” deyip ve ıslattığı bezle yüzümü, boynumu, kollarımı sildi. Üşüyordum, çok soğuktu; ama sızlanmak da istemedim. Birkaç adımın tahta zeminde yaptığı gıcırtı ve bir kapı kapanışından sonra tekrar uyumaya karar verdim.

Bu kez uyandığımda sabah olmuştu, pelerinli rüyanın tekrar görülmemesine sevinmiştim. Yatakta doğruldum, beyaz bir havlu parçası düştü kucağıma. Sarı değilmiş deyip gülümsedim. Yalnız, ellerim, simsiyahtı. Mürekkep lekesi demek zordu bunlara, sanki mürekkeple yıkamıştım ellerimi. Ellerim dedim ya, daha o an akıl edebildim onları alnıma götürmeyi de ateşimin düştüğünü anlayabildim. Yataktan kalkıp lavaboya gideyim istedim ya başaramadım. Bacaklarım iki çuval et yığını gibi yapışmıştı yatağa. Kıpırdandığım anda müthiş bir acı ayaklarımdan sıyrılıp belime hücum ediyor, yüzlerce iğne vücuduma batırılıyormuş gibi sızlıyordu. Katran karası ellerimi sevmeyi öğrenmeliyim, fikriyle tekrar başımı yastığa gömdüm.

Düşünceler uzun, upuzun bir ip yığını gibiydi. Ucunu bulsam onu takip edecektim ve bir yumak haline getirip aklımdaki karışıklığı çözecektim. Aramaya koyuldum.



.

Hiç yorum yok: