28 Kasım 2016 Pazartesi

Gün


Trenle gidebiliriz diyorum. Yeşilin tüm tonlarının aktığı, geniş pencereler geliyor aklıma. Tamam diyor, kim bilmem, yakın biri galiba. Seviniyoruz. Sonra ben yataklı vagonda uyanıp dışarı baktığımı hayal ediyorum. Daha bir sevinçle doluyor içim.

Zaman geçmiş, ağaçlık, taşlı bir yer. İnsanlar derin çukurların üstündeki ince tahtamsı geçitlerle karşı tarafa geçiyorlar. Bana gelince sıra, uf diyorum, nasıl geçeyim ben o incecik yerden, dengemi sağlayamaz düşerim. O kadar yavaş geçiyorum ki, en sona gelince de düşüyorum sanırım. Gülüyorlar bana. Ben de gülüyorum, çünkü düşmek her zaman eğlencelidir, komiktir, gülünmelidir. Sonra liseden bir arkadaşımı görüyorum, yalnız gelmişim meğer, yol arkadaşım sanki hiç olmamış gibi. Keyfini çıkarıyorum. Buraya gelmekle ne iyi ettin dercesine bakıyor bana. Ne zamandır gelip görmek istiyordum diyorum. Sonra başımı kaldırıp etrafımı saran onlarca ağaca bakıyorum. Işıl ışıllar, dallarından ince, zarif tuz kristalleri sarkıyor, salkım salkım sanki. Dallarda sarıya çalan yeşil yapraklar var. Uzun ince. Güneş vuruyor ağaçların sırtlarına, kristallerin ışıltısı gözümü alıyor. Ah, diyorum, ne güzelsiniz. İçim aydınlanıyor. Arkadaşımı unutmuşum. Geç şöyle diyor bana, ağacın altında bir fotoğrafını çekeyim. Oturuyorum bir tuz kristali ağacının altına. Ayaklarımı yana doğru hafifçe kıvırarak uzatıyorum. Biraz mahçup, ama ben bu güzelliğin içinde eğreti dururum ki diyorum. Gülümsüyorum sonra çeksin diye.

Sonra yürüyoruz ileri doğru. Bahçenin her yerini gezmek istiyorum. Burayı görmeye gelen çok insan var. Ne kadar da geç kalmışım diyorum gökyüzüne bakarken.






Hiç yorum yok: