16 Mayıs 2011 Pazartesi

Pencere Önü Çiçeği


18 Eylül 2009'dan kalmış bir yazı olup İncesaz'ın Güney adlı parçasının hissettirdiklerinin yazıya dökülmüş halidir. O parçayla birlikte alınırsa anlamlı olabilir.


“Pencere önü çiçeğine
Ne ansızın yağmur ne gökkuşağı
Ne dipdiri sabah; gözyaşı"

Bülent Ortaçgil


Elini ver, dedi. Cebimin en derinlerinden çıkarıp uzattım ellerimi ellerine… Gözlerime bakarak tuttu ellerimi. Gözlerine baktım korkusuzca, sonra soğuk ellerini hissettim ellerimde. Ellerin üşümüş, dedim. Seninki de öyle, deyip masumca gülümsedi. İçimi ısıttı gülüşü. Ama kar etmedi ellerime. Ellerim sıcak olsaydı da ısıtsaydım ellerini, dedim içimden. Ellerimi umursamadım, sadece sıcak olsaydı da sıcaklığımı götürseydi beraberinde diye düşündüm. Eğer cesaretim olsaydı; kızarıp, yanan yanaklarıma götürürdüm ellerini. Oysa cesaret vermedi öyle. Hani öyle, öyle işte… Söylemedi bana hiç güzel söz. Güzel gülüşünü sundu, parlak gözlerini, içimde oyuklar açan gamzesini sundu. Vermedi hiç güzel söz. Güzel söz, hani sevgiyi, sevmeyi, sevileni anlatan… Bir cümle, bir kelime, bir hece…

Küçük komşu kızı… Bana öyle derdi bazen. Okul okumak için gelmiş buralara. Bizim evin yanındaki iki göz odası olan ahşap eve taşındıydı. Pencere önü çiçeği oldum o geldi geleli. Annem “işin yok mu kızım senin?” derdi ne zaman görse. Hiç pencere önü çiçeğinin işi mi olur? Okula gidişini gelişini sevdim desem şimdi, inanmaz kimse. Kitabını tutuşunu sevdim desem; saçma bulunur, bilirim. İlk onları sevdim ben. Uzun boyunun yanına ilişmiş gölgesinin duruşunu sevdim.

Bazen perdesini açık unuturdu, geceleri loş ışıkta kitap okuyuşunu severdim. Kapanan gözlerini, masada uyuyakalışını hayal ederdim. Onu uyurken görünce bana bir uykusuzluktur gelirdi. Yorgan altında hayaller kurar, bazen sabaha karşı rüyaya dalar, sabah onun düşüncesiyle uyanırdım.

Sonraları gördü beni onu izlerken. Perdeyi kapatıp çekip gitmezdim öyle zamanlarda. Sanki boş boş bakıyormuş, bakıyormuş ama görmüyormuş izlenimi vermeye çalışır, dalgın kız rolüne girişirdim. Belki o da bakar da görmezdi beni. Hiç bilmiyorum. Sonraları rastlaşır olduk sokakta. Birkaç kez selam verdi başıyla. Ben gülümseyebildim böyle zamanlarda… Yetişemedim bir kafa sallayışına. Sanki duruyordu zaman, kafamdan yüz bin tane düşünce geçiyordu da utancımdan gülümsüyordum ama dilim bir “selam” diyemiyordu. Ben diyesiye, o evinin bahçesine varıyordu…

Sokaktaki kadınlara da selam verir olunca benimsedi herkes onu. Acıdılar bir garip oğlan diye, öyle duydum. Yemek götürenler, bahçenin taze meyvesinden ikram edenler, sıcak ekmek paylaşanlar olmaya başladı. Annem durur mu? Baktı konu komşu benimsedi onu, o da verir oldu aşından ekmeğinden. Ben diyemezdim anneme “ben götüreyim” diye. Sonraları onu sevmiş, onun güvenilir olduğuna kanaat getirmiş olmalı ki bana götür der oldu. İlk götürüşümde o güzel gülüşünün yanına bir “teşekkür ederim, ellerinize sağlık” ekleyiverdi. Ne dese sever mi insan? Tüm gece aklımda tutmaya çalıştım o anı, o yüzü… Yüzünün hareketleri silinmesin istedim zihnimden.

Birkaç karşılaşmadan sonra adımı sordu, Elif, dedim. Ben de Bilal, dedi. “Elif ile Bilal” diye geçirdim içimden. O gece Bilal, Bilal, Bilal… diye diye sabahı ettim. Büyüktü benden, ağabey desem olurdu ya insan hiç sevdiğine “ağabey” diyebilir mi? “Ağabey, seviyorum” desen kulağa hoş gelir mi?

Zaman geçince alıştı mahalleye, sokağımıza… Hiç esirgemedi sesini, gülüşünü, cam gözlerini. Beni sevdi, biliyorum. “Küçük komşu kızı” demeye başladı. “Ne utangaçsın öyle” derdi bazen, yanaklarım yanardı; ama “Ne utanacağım Bilal ağabey, yabancı değilsin ya!” demeden de edemezdim. Bazen kitap okurdu bana bahçede. Anlamazdım okuduğu şeyleri ya sesi, sesi pek güzeldi.

Boyum uzasa da, vücudum kıvrılsa da hafiften, o görmedi bilirim. Bilirim de “görse ne olurdu acaba” diye de düşünmeden edemem. Hani bir de şu “ya” ile başlayan cümleler var ya, onlar hiç aklımdan çıkmaz. “Ya severse bir gün?” “Ya bir gün açarsa içini” “Ya bakışıma gizlediğim sözleri duyarsa…” Çıkılmaz ki böyle cümlelerin içinden.

Ben düşündüm. Ben sevdim. Ben gördüm. Ben görülmedim, sevilmedim ama olsundu. Hiçbir şey olmasa da yanımda dursun-du.


****

Bir gün, bir haber aldık. Bir haber çöktü gözlerime. Bir gün gideceğini öğrendik. Annesi çağırıyormuş, kulaklara böyle çalındı, okulu bitmediydi ama arkadaki sebebi hiç soran olmadı. Ben sordum; ama kendime, defalarca sordum. Bulamayınca geceler cevap, her şeyi kendime buldum. Her şeyin benim suçum olduğunu düşündüm. Ben şükretsem halime, ben daha fazlasını beklemesem gitmeyecekti diye… O gece, ıslandı yorgan yastık, ne varsa... O gece -bir gündüz gibi- uyanık geçti.

Gün ağarınca kapı çalındı, annem açtı. Gidiyormuş öğleden sonra, eşyası çokmuş; “Elif yardım etse, olur mu?” diye sormuş. Annem böyle demedi ama ben öyle hayal ettim işte. Öğlen hiç gelmesin istedim. Pencere önü çiçeği gibiydim, öyle sessiz, her şeyden öyle haberdar ama bir o kadar da bulunduğu konumu değiştirmekten aciz.

Öğlen de oldu, öğleden sonra da geldi. Ben neye nasıl karışayım? Zamana nasıl “dur!” diyeyim? Suyu unutulmuş bir çiçek gibi, istesem de açamıyordum güne inat…

Kapı çalındı, zaman “geldim” dedi. İstemeye istemeye yürüdüm sevdiğimle. İsteye isteye yan yana yürümek varken o sokaklarda, mutlu olamadım işte. Yollar güzeldi de hiç gidilen yol güzel olur muydu? Hele ki dönüşü tek başına üstleniyorsan…

Çok konuşmadık, o konuşmadı pek, ben de diyecek söz bulamadım işte…

Yol tükendi bir müddet sonra, sesini uzaklardan işite geldiğimiz o mekâna “istasyon”a geldik. Dilencilerin oluşturduğu yoldan geçtik güç bela. O dimdik yürüdü, ben biraz mahcup, biraz kırgındım. Kırgınlığım vücuduma yansımış olmalı ki “Elif yorulduysan, şu çanta daha hafif onu vereyim” dedi elindeki sırt çantasını göstererek. “Yok” dedim, kırgın vücudumu dikleştirerek, “Böyle iyiyim” . “Peki, öyleyse sen bilirsin” dedi. Bir şey demedim. Baktım etrafıma, o bir bank aradı muhtemelen, ben köşede ağlayan küçük çocuğa takıldım. Sonra annesinin eteğini çekiştiren, oyuncaklı oğlana baktım. Gözlerim gördü ister istemez birbirine özlemle bakan o çifti. Gözlerim gördü mutlu aileleri…

— Şuraya oturalım, dedi. Bir ağaç altında, gölgelik serin bir yerdi muhakkak. Oturduk yan yana… Gayri ihtiyari bakmak istedim bir daha ne zaman göreceğimi bilmediğim o simaya…

Bir yere dikmişti bakışlarını, bir şey düşünüyordu muhakkak, benim ardında kalışımla alakalı değildi orası muhakkak…

—Benim ne zaman döneceğim belli değil Elif, dedi.

—Neden ki Bilal ağabey?

—Annem çağırdı, hastaymış, epey hasta…

Gözleri daldığı yerden, yeni gelen trene kaydı. Ben de mavi bir valizle güç bela yürüyen tombul kadını fark ettim o sırada. Sonra ekledi:

—Kimsem yok benim başka, bizim kimsemiz yok. Belki dönmem geri… Okul… Onu da bırakırım muhtemelen… Bilmiyorum.

Tombul kadın valizi trene doğru çekiştiriyordu o anda. O anda, mavi valizin rengi gri oldu. Gözlerim yapmış meğer bunu. Meğer dolmuş da taşmak istermiş! Bir başka maviliğe baksam dedim, kafamı yukarı kaldırdım. Yine de aktı o gözyaşı, dinlemedi gökleri…

—Buraya yerleşsen? Deyiverdim. Sesimin çıkmasına inanamadım, çıkan sesimi de tanıyamadım.

Sustu bir müddet, bana döndü, gözyaşımı görmüş olmalı ki güzel kaşları çatıldı. Yüzümü yere indirdim hemen, saklamaya mı çalıştım, yoksa gözlerine bakamadım mı bilmiyorum. Sonra sesini işittim:

—Bilmiyorum… Belki gelirim be küçük komşu kızı, dedi. Belki sığamam oralara da buralara sığınırım.

O an küçük bir umut yeşeriverdi içimde…

Orada ne kadar durduk, o umut ne kadar büyüdü, tren ne zaman geldi, hiç bilmiyorum. Bir müddet, belki on saniye, belki on dakika sonra, sevdiğim aniden kalkıverdi. Şaşırdım, afalladım, taklit ettim, ben de kalktım. Yürüdük trene doğru…”gitme” dedim ayaklarıma, “gitme!” Söz dinletemiyordum artık kendime de…

Yürürken bir sürü insan vardı yanımızda, veda vakti gelince hepsi silindi birer birer. O kaldı, gözleri, sözleri kaldı. Ve ben vardım bir yerlerde; yerdeki taş yığınına yapışmıştı bir yanım, bir yanımsa ondaydı. Yapışan ayaklarımla kalıyorduk demek, bir yanımsa yolcuydu onunla…

Yine dinlemedi gözlerim beni, ağladı… İşte o an ,”Elini ver” dedi. Cebimin en derinlerinden çıkarıp uzattım ellerimi ellerine… Gözlerime bakarak tuttu ellerimi. Gözlerine baktım korkusuzca, sonra soğuk ellerini hissettim ellerimde. “Ellerin üşümüş” dedim. Sonrası… Anlattım ya…

Düşünceliydi, sanki dilinin ucundaydı da bir şeyler, söyleyemiyordu. Umutlanmadım desem yalan, umutlandım…

—Bir hafta… Bir hafta sonra gelirim belki, dedi. Evin adresi de var ya, yazmam, gecikir.

Durdu, sonra bir şey hatırlamış gibi:

—Belki bir sonraki hafta, belki sonrası… Bir ayı geçerse, gelir eşyaları toplar giderim, dedi.

—Peki, diyebildim. P e k k i diye çıktı ağzımdan…

Sonra… Sonra bindi trene. Sonra gitti tren. Ne zaman? Nasıl? Gitti… Ne dedi? Ne yaptı? Bilmiyorum. Ayaklarım… Onlar… Yapıştı… Zaman kayboldu yeniden… Ben ne kadar süre orda bakakaldım, çok silik…

Pencere önü çiçeğiydim ya hani, soldum gün be gün. Sonbahar gelmeden yapraklarımı döktüm. İstasyonun bir köşesinde ağladım, sulanamadım. Pencerelerden kaçıp kaçıp istasyona saklandım. Kurumuş neyim varsa istasyonda bıraktım. Bilal… Bilal ağabey, o hiç gelmedi, geldiyse bile ben görmedim. Geldiyse bile o beni görmedi… Bu halimi görmedi, bilmedi…

Bir haftayı saydım evde. Bir hafta, hep bir gün yaptı. Bir haftanın her günü gittim istasyona… Ayaklarımın yapıştığı yer var ya, oraya gittim her defasında… Bilal’e benzeyen yüzler, Bilal’e benzeyen gözler, Bilal’e benzeyen insanlar gördüm. Bilal’e hiç benzemeyenlerde de Bilal’i gördüm.

Birileri vardı hep istasyonda, istasyon kimsesiz değildi, vardı birileri, Bilal hariç vardı… Birileri gidiyordu, birileri geliyordu… Bilal, ne geliyordu ne de gidiyordu. Birileri bekliyordu, birileri kavuşuyordu, birileri ayrılıyordu, birileri ki kaç kişiydik bilmiyorum seviyordu. Sevileni yoktu…

Bilal gideli dört ayı geçiyor şimdi. Ben haftanın her günü ordaydım. Her hafta başı, her hafta ortası, her hafta sonu, her gün! İstasyonun her türlüsünü bildim. Her türlü ismi verdim ona… Bilal gidince, istasyon “gitmek” oldu benim için. Bir müddet gidişin altında ezildim. Sonra Bilal’e her gün varışım “umut” oldu. Bilal’in umudu “bekleyiş”lerde vuku buldu. Beklenenin gelmeyişi “hüsran” oldu çoğu zaman…

Alışmışım istasyona, onun insanlarına, kavuşmalara, gidenin ardından dökülen gözyaşlarına… Kimse beni dikmedi tekrar pencere önüne. Orada bir işe girdim. Mendil süpüren, sigara izmaritleri yok eden, kullanılmış biletleri kaybeden kişi oldum. İzleri süpürüyordum işte, yok edilmiş gibi görünen ama bir türlü silinmeyen her şeyi süpürmeye çalışıyordum… İnatla aynı noktada duran ayak izleri, onlara, yalnız onlara dokunamıyordum…



.

3 yorum:

beenmaya dedi ki...

son günlerde okuduğum en güzel öykü bu ne diyim bilemedim harikasın...

buraneros dedi ki...

Şimdi:)) Nerden başlayacağımı bilemedim. Dur şuradan başlim: şu kodu (target="_blank") yazında link verdiğin yerlerin son html" kısmından sonraya, yani tırnakla > bu işaretin arasına koyarsan, şarkı ya da link verdiğin herneyse ayrı bir sayfada açılır ve biz de bir yandan şarkıyı dinlerken yazıyı da rahat rahat okuruz di mi ama:))

Hikayeyi okurken de kendimi ilerlerde bir gün bir kitapçıda kitap bakarken hayal ettim. Yan tarafımda da kitap bakan insanlar vardı. Ellerine alıp üzerinde konuştukları kitapla ilgili olarak, çokca da hava atarak dedim ki onlara: "Ben bu kitabın yazarını tanıyorum". Kesinlikle enfes bir yazıydı. Ben de ne diyeceğimi bilemedim. Tadı damağımda...

a. dedi ki...

@beenmaya

beğenmene sevindim, teşekkürler...

@buraneros

Kodu yerleştirdim, bundan sonra dikkat edeyim ben, sağ ol buraneros:))

Diğer kısma gelince, utandım, o senin güzel gönlünün güzel görüşü, teşekkür ederim:)

Ben de bu yorum üzerine ne desem bilemedim..